Siyah-beyazlık, hayatın içerisinden bir kesit ve kronik bir (bir) yere varamayışlık… Güzel bir festival filmi üçlemesi gibi geldi daha ilk bakışta.
Aslında hemen ardından da, izleyişte.
20’li yaşlarının sonunda hatta tam olarak 27 çekiciliğinde, bir yere varamayışlığın baş aktrisidir Frances. Hayatını, başkalarının hayatlarında kapladığını sandığı büyük boşluğu bozmamak adına şekillendirmekten bir miktar mazoşist haz alır, hatta bunun için fedakarlıklar yapar.
Bu yanılgıya sahip her insan gibi o da haksız çıkacaktır. Kimsenin hayatında büyük bir yer tutmadığı gibi, pek çoklarının hayatında hiçbir yere sahip değildir. Ama her ne kadar 30’lu yaşlarına da yaklaşmış olsa, o çocukluğu üzerinden atamamış, hayatı ciddiye almamıştır layıkıyla.
O yüzden insanın temel ihtiyaçlarında takılı kalmıştır. Başını sokacak bir ev gibi.
Düzensizliğin sembolü olmasındaki en büyük eksiklik de bu evdir elbet. Ev denince satın alma falan gelir ya akla. Hayır, hayır ve hayır. Bir göz odadan kiraya, kendi evine çıkabilmekle sınırlıdır Frances’in hayalleri.
Büyümemiş çılgın bir ruh, birkaç kişisel eşya ve asla sahip olamadığı samimiyetsiz ama gerçek arkadaşları ağırlayacağı bir ev. Hatta bir de posta kutusu belki. Sığamadığı hayatını sığdırmayı deneyeceği o küçük etiketli olanlardan…