Değirmen – Sabahattin Ali

Share

Sabahattin Ali’nin ilk eserlerinden biri olan Değirmen’deki hikayelerde yazarın iç duygusunun yansımalarını okuyoruz. Hikayeleri okurken o hikayelerdeki yerlere yolculuk yapıyoruz.

Yazar, bu eserini pek beğenmese de ben çok beğendim. Özellikle de Değirmen hikayesini…

Sabahattin Ali, duygusal biri olduğu için eserlerinde de bu duygusallığı görüyoruz. Sabahattin Ali’nin yaşadığı dönemde malesef onun bu duygusallığını anlayamadılar ve hayatını daha da zorlaştırdılar. Onu anlamak için hikayelerini, romanlarını, şiirlerini okumalıyız.

Anadolu’da geçen hikayeler Osmanlı Dönem’indeki Anadolu’da geçmektedir.

Birbirinden sıcak, birbirinden anlamlı hikayeler okuyoruz.

Birinci öykünün ismi Değirmen. Bu hikayede, Çingene olan Atmaca ile Değirmen sahibinin kızının aşkını anlatılıyor. Çengi, Edremit’e doğru göç etmişlerdir ve Edremit’in oralarda bulunan, Değirmen’in etrafında konaklamaya karar verirler. Çengi’nin en yakışıklı oğlu olan Atmaca, Değirmen sahibinin kolu olmayan kızına aşık olur. Kız kolunu küçükken Değirmen’e sıkıştırarak kazayla kaybetmiştir. Ve bu aşkın engeli de kızın kolunun olmamasıdır. Atmaca’ya sarılmak istediğinde ona sarılamayacaktır ve daha da mutsuz olacaktır. Atmaca bu durumu düşünürken iyicene mutsuz olmaya başlar ve ne yapacağını kara kara düşünür. Bir gece herkese toplar ve değirmenin içinde klarnetini çalar. Gece de Değirmen çalıştığı için herkes bu durum karşısında şaşırır ama kimse bir şey demez. Klarnetini çalarken bir anda kolunu Değirmen’e atar ve kolunu kaybeder. Bu olayı fark ettiklerinde artık çok geçtir ve o kolunu aşkına feda etmiştir.

“İnsan evvela kendi kendisinden utanır gibi olur ama, bilir misin, bizim en büyük maharetimiz nefsimizden beraat kararı almaktır. Vicdan azabı dedikleri şey, ancak bir hafta sürer. Ondan sonra en aşağılık katil bile yaptığı iş için kafi mazeretler tedarik etmiştir.”

“Peki ama, bu sevmek midir be adaşım, bir kadını öpmek, onu istemek sevmek midir?

Çırçıplak soyunarak şehrin sokaklarında koşabiliyor musun?

Bir bıçak alarak kolundaki ve bacağındaki adalelere saplamak ve böylece bir nehre atılarak yüzmek elinden geliyor mu?

Bir şehrin adamlarını öldürmek cesareti sende var mı ? Bir minareye çıkarak bütün dünyaya işittirecek kadar kuvvetle bağırabilir misin?

Aşk sana bunları yaptırabilir mi? İşte o zaman sana seviyorsun derim…

Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? Kalbini mi? Pekala, ikincisine? Gene mi o ? Üçüncü ve dördüncüye de mi o?… Atma be adaşım, kaç tane kalbin var senin?.. Hem biliyor musun, bu aptalca bir laftır: Kalbin olduğun yerde duruyor ve sen onu filana veya falana veriyorsun… Göğsünü yararak o eti oradan çıkarır ve sevgilinin önüne atarsan o zaman kalbini vermiş olursun..”

 “Çiçeklerin açtığı mevsimde, senin kollarına yaslanan ve çiçekler kadar güzel kokan bir vücutla uzak su kenarlarında oturmak ve öpüşmek, yoruluncaya kadar öpüşmek hoş şeydir…

Seni gördüğü zaman zalimce başını çeviren mağrur bir dilberin kapısı önünde ve ay ışığı altında sabaha kadar dolaşmak, bunu candan arkadaşlara ağlayarak anlatmak, -söz aramızda- gene hoş şeydir. 

Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde taşımaya tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu sevmektir.”

İkinci öykü Kurtarılamayan Şaheser’dir. Bir şair sevgilisi için 8 yıl boyunca en güzel şiirleri yazmaya çalışır. Çünkü ancak o zaman kız ona kalbini verecektir. Dünya’yı dolaşır ve en sonunda o muhteşem eseri yazar. Kıza gösterdiğinde kız esere bayılır ve daha sonra onu ateşe atar. Şair bu duruma katlanamaz ve eseri ateşten almaya çalışır ve kızı sinirden öldürür kendisi ise kaderine yanarak cansız bedenin ve yanan eserinin üzerinde ölür.

“Ve o, bu basit çalgıların belki cırıltıdan fark edilemeyecek olan nağmelerinde herhalde derin bir şeyler bulunması lazım geldiğini hissediyordu.” 

“Deniz… İşte bu da muazzam ve nefis bir şeydi… Kendisini gezdiren geminin güvertesine uzanarak uzaklara, ta uzaklara bakar ve kesik kesik nefes alan sulardan başka hiçbir şey görmezdi.

Çöl ve deniz hemen hemen aynı şeylerdi: Her ikisinde de aynı büyüklük, aynı ağırbaşlı sessizlik veya aynı heybetli ve derin bağırmalar… Ve denizde de, küçük minimini, sinirlendirici teferruat yoktu. İnsan orada yalnız renkten renge giren su damlaları ve devlere benzeyen bir mahlukun yavruları gibi birbirleriyle oynaşan hoyrat dalgalara görebilirdi… Sonra bitmez tükenmez bir genişlikle karanlık ve sıkı bir derinlik… Ve bütün bunlar onu manasız bir tecessüse değil, düşünmeye sevk ederlerdi.”

Üçüncü öykünün adı Kırlangıçlar’dır. Diğer kırlangıçlardan farklı düşünen iki kırlangıç bir bahar günü birbirleriyle konuşmaya başlar. Onlar diğerlerinden farklıdır çünkü onlar için en önemli olan şey yaşamaktır. Sonbahar geldiğinde ikisi de birbirlerinden ayrılacaklarını bilmelerine rağmen birlikte olmak isterler. Fakat yaşamla ilgili düşünceleri aile olmak gibi bir durumda gerçekleşemez. Ve sonbahar geldiklerinde başka yerlere göç ederler ve birbirlerini bir daha göremezler.

“Yarın öldüğümüz zaman birisi bize sorar: “Dünya’da neler gördünüz?” dese herhalde verecek cevap bulamayız. Koşmaktan görmeye vaktimiz olmuyor ki…”

“Şu dünyayı adamakıllı görmeden, dünyanın ne olduğunu adamakıllı anlamadan buradan gidecek olduktan sonra ne diye buraya geldik sanki? Yaşadığımızın farkına varmayacak olduktan sonra ne diye yaşıyoruz?”

“İçten duyulan şeyler hep yanlış anlaşılır.”

Dördüncü hikayenin adı Viyolonsel’dir. Nişanlı olan bir adam nişanlısını çaldığı viyolonselden bile kıskanır. Nişanlısı da o istediği için viyolonsel çalmayı bırakır. Fakat o eğer bir gün ölürse ölmeden önce nişanlısından kendisine istediği şarkıyı viyolonsel ile çalmasını ister. Evlenirler ve gemiyle dünyayı gezerken bir kaza olur ve Afrika’nın bir kentine akıntıyla gelirler. Kadın bu kazadan sonra hastalanmaya başlar. Kocası bu durumu fark ettiğinde sözünü yerine getirmek için ağaçlardan viyolonsel yapar ve çalmayı öğrenir. Karısının istediği şarkıyı karısı ölmeden önce ona öğretir ve o da öğrenmek için ormana gider. Tam onun için çalmaya gelirken kadın ölmüştür ve o da karısı onu duysun diye her gün ormandaki mezarlıkta bu şarkıyı viyolonselle çalar.

Beşinci öykünün adı Birdenbire Sönen Kandilin Hikayesi’dir. Tenha bir binanın çatı katında yaşayan bir kişinin kendisini çatı katına götürerek ona bu hikayeyi okutmasıdır. Bu hikayede birden bire sönen bir mumum peşinden takılan bir yazarla ilgilidir. Mumları söndüren hayaleti görmesi ve hikayeyi yazarken ölü olarak bulunmasıyla sonuçlanır. En sonunda tüm ailesi bu şekilde ölmeye başlar.

“Her güzel yazan gibiydim: Konuştuğum şeyler benden evvel yüzlerce defa tekrar edilen lafların değiştirilmiş şekliydi. Halbuki ben, kulaklara bilmedikleri şeyleri söylemek, göz hudutlarının arkasına geçmek istiyordum. Ve bunun için çenemi avuçlarıma ve kollarımı dizlerime dayar, gözümü yere veya ufka çevirerek gördüklerimin daha ötesindeki şeyleri de bilmek isterdim.”

Altıncı öykünün ismi Bir Delikanlının Hikayesi’dir. Kitaplarıyla birlikte yaşayan bir adam bir gün herhangi bir kadınla beraber olmak için sokakta yürümeye başlar. Sokakta yürürken bir kadınla karşılaşır ve adamın kitaplarla dolu evine giderler. Adam hemen kadını öpmeye başlar ve kadın onu itmeye çalışır. Adam da bu duruma sinirlenir ve kadına bütün lafları söyler. Bir anda kadının gerçekten ağladığını görür ve yaptığından pişmanlık duyar. Kadından özürler diler ve istediği zaman bu odaya gelebileceğini söyler. Kadın onu öper ve teşekkür eder.

“Odamda beni kitaplarım bekler. Bu yegane tesellidir. Her eşyasını ayrı ayrı ve gayet iyi tanıdığım bu odada yalnız onlar her zaman için yeni bir koku taşırlar. Her zaman söyleyecek  birçok lafları vardır. Mesela, masanın kenarındaki ucu kırık mermer tütün tablasını belki yüz defa üstten, alttan, sağdan, soldan tetkik etmiş, elime alarak saatlerce kırık yerdeki ince damarları ve pürüzleri seyretmişimdir. O, bana artık kendi sesim kadar bildiktir. Halbuki en çok okuduğum bir kitabın en çok okuduğum bir satırı bile bana bazan başka şeyler söyleyebilir. Yalnız onların böyle en mahrem taraflarını bile görebilmek için uzun bir beraberlik lazımdır. Kitaplar yeni tanıdıklarına karşı çok ketum olurlar. Bir kere de onlarla laubali oldunuz mu size malik oldukları her şeyi verirler ve onlar bizim isteyebileceğimiz her şeye fazlasıyla maliktirler.”

“Bütün diğer hikayeler gibi… Hiç farkı yok… Ve işte bunun için güzel, bunun için büyük..  Kendisine benzeyen binlerce hikayeden hiç farkı olmadığı için büyük… Zaten bu hikayeler, bu birbirine çok benzeyen hikayeler en asil olanlarıdır.”

Yedinci öykünün adı Bir Gemici Hikayesi’dir. On dokuz yaşındaki ateşçi, babasını kaybettikten sonra annesi ve kız kardeşine bakmak için gemide çalışmaya başlar. Fakat bu gemideki kaptan bütün güzel yemekleri kendisi yiyip çalışanlara sadece bir çeşit yemek vermektedir . Bir gün çalışanlar genç ateşçinin konuşmasıyla isyan eder ve kendilerine güzel yemek verildiğinde çalışacaklarını söylerler. Kaptan da onlara et yaptırır. Fakat o eti de çalışanlar yiyemez ve  denize atarlar. Kaptan da bu duruma sinirlenir ve genç ateşçiyi ve çalışanlarını tekneden atar.

“Evet hep tesadüf.. Onun sırtına giyeceği yoktu ve mal sahibi seksen kat üst üste giyebilirdi. Bu tesadüftü… Fakat, eğer mal sahibi bunlara ayda yirmişer lira fazla verse, -bunu yapmak onu hiç de sarsmazdı- o zaman bunların da birer kat, ikişer kar elbiseleri, çamaşırları olur ve “tesadüf” böyle olmazdı…”

Sekizinci öykünün adı Bir Orman Hikayesidir. Yaşlı adam ormana bakarak ağlar çünkü eskiden bu orman çok büyüktür ve o da ailesiyle birlikte bu ormandan geçimini sağlamaktaydı.  Bir gün bu ormandaki o güzelim ağaçları kesmeye başlarlar ve ilk başta kendi bölgelerini kurtarmaya başarabilselerde orman artık eski orman değil, inşaatların olduğu bir yer olmuştur. Grevleri işe yaramadı, şikayetleri işe yaramadı. Güçlü olan kazandı.

Dokuzuncu öykünün adı Kazlar’dır. Dudu’nun kocası birisini öldürdüğü için hapistedir ve ona mektup yazarak yerini değiştirmek için ondan iki tane kaz ister. Fakat onda sadece bir tane kaz vardır ve geçimini onunla sağlamaktadır. Gidebileceği her yere gider ama kimse ona kaz vermez. O da geceleyin komşusunun kazını çalar ve kocasının yanına gitmek için yola koyulur. Küçük oğlu ve iki kazla.. Fakat kocası hapishane şartlarından dolayı verem olmuştur ve Dudu gelene kadar ölmüştür. Dudu geldiğinde onun cesedi çıkarılır ve polis onun iki tane kazla görünce kocasının öldüğünü söylemez ve kocasına vereceğini söyleyerek iki kazı da alır. O da köye döner ve kocasının öldüğünü öğrenemeden komşusunun kazını çaldığı için tutuklanır.

Onuncu öykünün adı Bir Firar’dır. Mahallede bir olay gerçekleşse herkes İdris’ten bilir. Yine bir olay olmuştur ve iki jandarma İdris tutuklar. İdris de yapmadığı halde yaptım diyerek suçu üstüne alır ve mahallede sadece ona inanın kişinin adını da söyler. Süleyman Ağa’yı tutukladıklarını gördüğünde hatasını anlar ama iş işten geçmiştir.

On birinci öykünün adı Kanal’dır. İç Anadolu Bölgesinde yaşayan Dedemköylü Mehmet ve Zağar Mehmet iki yakın arkadaştır. Fakat bir gün Dedemköylü Mehmet ve kardeşi Zağar Mehmet’in tarlasından akan kanalı kendi tarlalarına aktarırlar. Hiç bir düşmanlıkları olmasa da İç Anadolu’nun kurak ikliminde su önemlidir ve geçim kaynağıdır. Kanaldaki suyu Zağar Mehmet’in tarlasına aktarmadıkları için Zağar Mehmet, Dedemköylü Mehmet’le kardeşini öldürür, kanalı kendi tarlasına aktarır ve hapse girer.

On ikinci öykünün adı Candarma Bekir’dir. Çallı Halil Efe, tanık olmak için bir hapishaneden diğer hapishaneye gitmek için uzun bir yol sarf etmesi gerekiyordu. Dinlenmesi için onu memleketindeki karakolda gece kaldı. Bu arada Candarma Bekir de bu durumdan istifade ederek onu bütün köyün önünde rezil etti. Çallı Halil Efe’de bunu kendisine yapılan bir hakaret olarak görüp diğer hapishaneye giderken yolda onu öldürür. Bu yüzden de ona yüz yıl hapis verirler.

On üçüncü hikayenin adı Sarhoş’tur. Kanuni Kamil, her gün hanede bir saat kalarak içki içer ve Muhsine’yle konuşur durur. Otele geldiğinde de eşi camdan “Yine ona gittin değil mi ?” diye bağırır durur. Fakat camdan içeriye çekilecekken pencereye başını çarpar ve eşi orada ölür. Otele doğru koşar ve iki yaşlarındaki çocuğunu ağlarken bulur.

On dördüncü hikayenin adı Bir Cinayetin Sebebi’dir. Aşk için bir kişiyi öldür müsünüz? O zaman bu hikayeyi bakalım. Öğretmen olarak Anadolu’da görev yapan Hüsameddin, kamyoncu Nuri’yi aşkı için öldürmüştür. Çünkü sevgilisi onu terk ettiğinde ona hala aşıktır ve onu tekrardan görmek istiyordur. O da sevgilisinin, halka açık davalara gitmeyi çok sevdiğini bildiği için adam öldürür. Fakat sevgilisi davaya gelmemiştir.

On beşinci öykünün adı Bir Siyah Fanila İçin’dir. Kaymakam olarak Anadolu’nun ucra bir yerine tayini çıkan Ömer, kendini orada çok mutsuz hisseder. İstanbul’daki hayatını özlemeye başlar. Orada çok yalnızdır. Bir gün siyah fanila içinde kendine bakar ve ayakkabı boyacısı olarak İstanbul’a gider.

“Müthiş surette yalnız kaldığımı hissettim. Ah! Bilhassa bu kadar kalabalığın içinde yalnızlık ne acı oluyor yarabbi!..”

“Hayatın zevki değişikliktedir… Ama öyle elbise değiştirir kadar basit olanlarında değil, hayatına yeni bir istikamet verecek kadar büyük aptallığa”

“Kuvvetli bir kafanın sevince çeviremeyeceği ıstırap yoktur.”

On altıncı hikayenin adı Komik-i Şehir(Ünlü Komik)tir. Rahmi’nin tiyatro ekibi Anadolu’nun her yerine tiyatro oyunlarını oynarlar. Tıpkı bu şehirdeki gibi.. Fakat oyun sırasında tabancalar patladı ve ortalık karıştı. Bu karışıklık sırasında Rahmi’nin sevgilisi Viktor’u kaçırırlar. Viktor’u kurtarmak için polise gider, işe yaramaz. Kaymakama gider, işe yaramaz. En sonunda kendisi Viktor’u kurtarır. Kaymakam da olay çıkmasın diye Viktor’u odasına çağırır ve onu görünce ondan hoşlanır ve onu öpmek isteyince Viktor ona tokat atar. Bunu yediremeyen Kaymakam, onu genelevine yollar. Rahmi bunu dayanamaz ve Viktor’u bırakıp gitmek istemez. Gitme vakti geldiğinde yolda arabanın yönünü değiştirmek isterken, kaza yaparlar ve Viktor’da veremden ölür.

Fulden Ufacık

İstanbul Üniversitesi’nde işletme eğitimi gören Fulden, okuduğu kitaplar ile kitap sevgisi aşılamayı amaçlıyor. Onun istediği hayatınızdaki dertlerden beş dakika bile olsa uzaklaşıp başka dünyalara yelken açmanızı sağlamak.

You may also like...